Merhaba sayın ziyaretçi.
Siteyi açmaktaki amacımız Ehl-i Sünnet âlimlerinin sözlerinden inciler dizmek ve doğru iman bilgilerini sizlerle paylaşmak ve de dinde reformcuların iç yüzünü ortaya koymaktır. Sitemiz aralıklarla da olsa güncellenmektedir.
Not: Yazıların sorumlulukları yazarlara aittir!!!
286 İKİYÜZSEKSENALTINCI MEKTÛB
Bu mektûb, mevlânâ Emânullaha yazılmıştır. Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan doğru îtikatın, Ehl-i sünnet îtikadı olduğu bildirilmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, îtikatını düzeltmektir. Doğru îtikat, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri, anladıkları îtikattır. Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin manâsını doğru anlıyan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği manâlara uymıyan herşeye, akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tesavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet vermemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymıyan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Meselâ, bazı âyetlerden ve hadis-i şeriflerden (Tevhîd-i vücûdî) anlaşılmaktadır. Bazılarından da, ihâta, sereyân, kurb ve mâıyyet manâları çıkmaktadır. Fakat, (Ehl-i sünnet âlimleri), bu âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, böyle manâlar anlamadı. Yâni Allahü teâlânın bu âlem içinde olmasını, mahlûkları kapladığını, bunlarla birleşik olduğunu, kendisinin yakın olduğunu, berâber olduğunu anlamadılar. Böyle olmadığını söylediler. O hâlde, tesavvuf yolunda ilerliyen bir kimseye böyle bilgiler hâsıl olursa, her varlığı, bir varlık olarak görürse, yâhud herşeyi bir varlığın kapladığını, Allahü teâlânın zâtının, mahlûklara yakın olduğunu anlarsa, bu bilginin, görüşün yanlış ve tehlikeli olduğunu anlamalıdır. Böyle bir yolcu, bu zamanında, serhoş gibi bir hâlde olduğundan, özrlü, suçsuz sayılırsa da, böyle tehlikeli bilgilerden kurtulması için, Allahü teâlâya yalvarmalı, ağlamalı, sızlamalıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru hâllere, görüşlere kavuşmak için düâ etmelidir. Bu büyüklerin bildirdiği doğru îtikattan kıl kadar ayrı şeylerin gösterilmemesi için Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tesavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru manâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak o doğru manâlara uymaları ile belli olur. Çünki, onların bildirdiği manâlara uymıyan, her manâ, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünki her sapık, her bozuk kimse, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddi'â eder. Yarım aklı, kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar. Felakete gider. Bekara sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Kur'an-ı kerimde bildirilen misâller, örnekler, çoklarını küfre sürükler. Çoklarını da hidâyete ulaştırır) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manâlar doğrudur, kıymetlidir . Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünki bu manâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuştu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir. Îtikatı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, fer'ıyyâtta, yâni islâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünki, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu, bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler taşkınlık, azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslâmiyyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saadete kavuşur. Onların yolundan ayrılan sapıtır, herkesi de saptırır. İyi biliniz ki, tesavvuf yolunun sonuna, yâni bu yolun konaklarının hepsini geçerek, vilâyet derecelerinin sonuna varanlara hâsıl olan îtikat, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine tâm uygun olur. Bu doğru îtikata, Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden ve Eshâb-ı kirâmdan alarak, tesavvuf büyükleri ise, keşf veya kalblerine ilhâm olunarak kavuşmuşlardır. Evet, bazı tesavvuf yolcusuna, yolda iken, tesavvuf serhoşluğu ve hâl kaplaması ile, bu îtikatlara uymıyan bazı şeyler hâsıl olmuştur. Fakat, bu hâllerin kapladığı makamları geçip, ilerleyince, nihâyete varınca, bu uygunsuz şeyler yok olur. Eğer ilerlemeyip, yarı yolda kalırlarsa yok olmaz. Bozuk görüşlere saplanıp kalırlar. Fakat, böyle kalanlara kıyâmette cezâ yapılmaz. Bunlar, yanılan müctehidlere benzer. Müctehid, ictihâd yaparken yanılmıştır. Bu ise, keşfinde yanılmaktadır. Tesavvuf yolcularının yanıldıkları şeylerden biri, vahdet-i vücûd görmeleridir. Yukarıda bildirildiği gibi, Allahü teâlânın, mahlûkları ihâta ettiğini, bunlarla berâber olduğunu, kendisinin yakın olduğunu sanırlar. Allahü teâlânın sekiz sıfatının ayrıca var olduklarına inanmıyanları olur. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri , bu sekiz sıfatın hâricde, ayrıca var olduklarını bildirmektedir. Bunların, sıfatları inkâr etmesi, bu sıfatlar ayna gibi olup, bu aynada, Zat-i ilâhîyi müşâhede ettikleri içindir. Aynada birşeye bakan kimse, o şeyi görür. Aynayı görmez. Bunun gibi, sıfatları göremedikleri için bunların hâricde varlıklarını kabûl etmezler. Sıfatlar var olsaydı bunları görürdük derler. Görülmiyen şeyi, yoktur sanırlar. Sıfatların hâricde var olduğunu söyliyen âlimlere dil uzatırlar. Hattâ, bunlara kâfir, müşrik de diyenleri olur. Din âlimlerine, böyle yersiz dil uzatmaya kalkışmaktan Allahü teâlâya sığınırız! Bunları, bulundukları makamlardan ileri geçirirlerse, böylece şühûdlerini şaşırtan perdeler aradan kalkarsa, sıfatları ayna sanmaktan kurtularak, onları hâricde, ayrıca var olarak görürler. Varlıklarını inkârdan vazgeçerler. Âlimlere dil uzatamaz olurlar. Bunların Ehl-i sünnet îtikatına uymıyan bir işleri de, Allahü teâlânın bazı şeyleri yaratmaya mecbûr olacağını gösteren sözleridir. Her ne kadar, mecbûrdur demiyorlar, irâde ederse, isterse yaratır diyorlarsa da, sözlerinden, irâde sıfatına inanmadıkları anlaşılmaktadır. Bu sözleri hiçbir dîne de uymamaktadır. Uymıyan sözlerinden bir başkası da, Allahü teâlâ kudret sahibidir diyorlar ve istediğini yapar, istemediğini yaratmaz diyorlarsa da, hep ister, istememesi olmaz diyorlar. Böyle söylemek, Allahü teâlâyı yaratmasında mecbûr bilmek demektir. Hattâ, kudretini inkâr etmek olur. Çünki bütün din sahiplerine göre, Allahü teâlânın kudreti, dilerse yaratır, dilemezse yaratmaz manâsına olan kudrettir. Bunların sözünden ise, yapmaya mecbûr olan, yaratmamasına imkân olmıyan bir kudret anlaşılmaktadır. Bu sözleri, hükemânın, felesofların sözüne benziyor. Bunların, elbette ister, istememesi olamaz diyerek, irâde sıfatına manâ vermeleri, böylece kendilerini felsefecilerden ayırmaları bir işe yaramaz. Çünki irâde etmek, dilemek, eşid olan iki işten birini seçmek demektir. İki iş eşid olmazsa, irâde de yok demektir. Bunların sözünde, lâzım olmak ve yok olmak tarafları müsâvî değildir. Bunların uygunsuz işlerinden biri de, kaza ve kaderi anlatmalarıdır. Burada da, cebre kaymaktadırlar. Hâkim, mahkûm da olur. Mahkûm, hâkim de olur diyorlar. Allahü teâlâyı mecbûr bilmek şöyle dursun, Onu birisine mahkûm bilmek, üzerinde bir hâkim bulunacağını söylemek, çok çirkin bir sözdür. Ehl-i sünnete uymıyan sözlerinden biri de Cennette, Allahü teâlâ, ancak Tecellî-i sûrî ile görülebilir demeleridir. Bu sözleri, Allahü teâlânın Cennette görüleceğine inanmamak demektir. Sûreti görülebilir demeleri, kendi görülemez demektir. Benzeri görülür demek olur. Allahü teâlâ görülecek, nasıl olduğu anlaşılamıyacaktır. Birşeye benzetilemiyecektir. Olgun, yüksek insanların ruhlarına kadîm demeleri, bunları ebedî bilmeleri de, Ehl-i sünnet âlimlerine uymamaktadır . Çünki âlemlerin hepsi, bütün zerreleri ile birlikte yok idi. Hepsi sonradan yaratıldı. Ruhlar da, âlemden bir parçadır. Allahü teâlâdan başka, herşeye (Âlem) denir. Görülüyor ki, tesavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhâmına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır . Âlimleri haklı, doğru, kendini yanlış bilmelidir. Çünki âlimler, bilgilerini, Peygamberlerden almıştır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymıyan kendi keşfi ve ilhâmı ise yanlıştır, bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş olan sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise, sapıklığın tâ kendisidir ve zarâr, ziyândan başka birşey değildir. Kitaba ve sünnete, yâni Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun îtikat lâzım olduğu gibi, müctehidlerin Kitap ve sünnetten çıkardıkları ahkâma, yâni islâmiyete uygun işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehab, mekruh ve şübheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır. [Müslümanlar iki kısmdır: Yâ (Müctehid)dir veya (Mukallid)dir. Müctehid olmıyan her müslümana mukallid denir.] Mukallidlerin, Kitaptan ve sünnetten, müctehidlerin çıkarmış olduğu hükmlere uymıyan hükm çıkarmaları câiz değildir. Kendi çıkardığı hükmlere göre yapacağı işleri kabûl olmaz. Her mukallidin bir müctehide uyması, yâni bir mezhebe girmesi lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan, yâni âlimlerin çoğunun uyduğu hükmlerine uymalıdır. Ruhsat, izn verilen işleri yapmaktan sakınmalı, azîmet ile amel etmelidir. Kendi mezhebine uymakla berâber, başka mezheblere de uymaya çalışmalıdır. Böylece müctehidlerin sözbirliğine uyulmuş olur. Meselâ, imam-ı Şâfi'î “rahimehullah” abdest alırken, niyyet etmek farz demiştir. Hanefîler de, abdest alırken niyyet etmelidir. Bunun gibi, uzvları yıkarken sıra gözetmek ve birbiri ardına çabuk yıkamak lâzımdır. İmâm-ı Mâlik, abdest uzvlarını uğmak farz demiştir. Elbette uğmalıdır. Şâfi'î mezhebinde, elin yabancı kadına ve kendi zekerine dokunması abdesti bozar. Hanefî olanın eli, kendi zekerine veya onsekiz yakın kadınından başka bir kadına dokununca, abdestini tâzelemelidir. Her işi, dört mezhebe de uygun yapmaya çalışmalıdır. [(Mîzân-ül-kübrâ) kırkıncı sayfasının başında diyor ki, (Her müslümanın hilâfdan kurtulmasının, yâni dört mezhebe de uygun ibâdet etmesinin en iyi yol olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir).] Îtikatı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tesarrufu yâni idare etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü, yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. Bunun için önce, bir rehber aranır. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, bunu tanıtırsa, bunu tanımağı en büyük nîmet bilmelidir. Ondan ayrılmamalıdır. Ona ve bütün emrlerine uyulur. Abdüllah-i Ensârî buyuruyor ki, (Yâ Rabbî! Dostlarını nasıl yaptın ki, onları tanıyan, sana kavuşuyor. Sana kavuşamıyacaklar, onları tanıyamıyor). Kendi arzu ve isteklerinden geçer. Onun isteklerine uyar. Hiçbir isteği kalmaz. Ona hizmet etmeğe cânla, başla uğraşır. Saadetini, onun emrlerini yapmakta bilip, yapmaya çalışır. Uyduğu zat, isti'dâdına elverişli olan vazîfeyi, buna emr eder. Zikri veya teveccühü, yâhud murâkabeyi işaret eder. Yalnız sohbetin kâfi olacağını anlarsa, yalnız bunu emr eder. Bir kâmil ve mükemmilin sohbeti ele geçerse, tesavvuf yolunda ilerleten şartlarından hiçbir şarta, artık lüzûm kalmaz. Tâlibin hâline uygun gördüğünü, ona emr eder. Şartlardan bazısında kusuru olursa, onun sohbeti, bu eksiklikleri temâmlar. Teveccühü, kusurlarını giderir. Böyle bir sohbet ile şereflenemiyen bir kimse, eğer murâdlardan, seçilmişlerden ise, onu çekerler. Sonu olmıyan lutflarla, onun işini bitiriverirler. Kendisine lâzım olan her şartı, her edebi ona bildirirler. Tesavvuf yolunda ilerlemesi için, eski büyüklerden bazısının ruhlarını ona rehber, vâsıta yaparlar. Çünki, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, bu yolun konaklarını aşabilmek için, büyüklerin ruhlarını vâsıta, sebeb kılmıştır. Bu kimse, eğer mürîdlerden ise, bunun işi, rehbersiz tehlikeli olur. Rehber buluncıya kadar, rehbere kavuşturması için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Tesavvuf yolunda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara ri'âyet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, verâ ve takvâ ile olur. Verâ ve takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mubâhların lüzûmundan fazlasını terk etmelidir. Çünki mubâhları, [yâni yasak olmıyan şeyleri], alabildiğine yapan kimse, şübheli olanları işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama yakındır, yâni haram işlemek ihtimali çok olur. Uçurum kenârında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki, haramdan sakınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için verâ sahibi olmak şarttır dedik. Çünki insanın işleri, iki şeyden biridir: Yâ emr edilen şeydir, yâhud yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emr edilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak, insanı ilerletseydi, melekler de, terakkî ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yoktur. Çünki onlar, yasakları yapmıyacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işleyemezler. Onun için, meleklere birşey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakkî etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir. Bu sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ, dinleri, nefsi isteklerinden kurtarmak için karanlık, kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünki nefs, hep haram işlemek veya mubâhları lüzûmundan fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki, haramlardan ve mubâhların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir. Süâl: Nefs, ibâdet yapmak istemiyor. İbâdet yapmak da, nefse uymamak oluyor. O hâlde, emrleri yapmak da, terakkîye sebeb olmaz mı? Meleklerin emrleri yapması, nefse uymamak olmadığı için onlar terakkî etmiyor. Cevâb: Emrleri, yâni ibâdetleri yapmağı nefsin istememesi, emr altına girmek istemediği içindir. Nefs, bir emr altına girmek, birşeye bağlanmak istemez. Nefsin bu hâli, [yâni başı boş kalmak, birşeye bağlanmamak arzusu da] haramdır veya mubâhların fazlası demektir. Demek ki, emrleri yapmakla, bu haramdan veya mubâhın fazlasından sakınılmış oluyor. Bunun için de, nefse uyulmamış oluyor. Yoksa nefse uymamak, yalnız emrleri yapmak demek değildir. İnsanı kemâle kavuşturan, olgunlaştıran yollar çoktur. Bunların en faydalısı, çabuk ulaştıranı, nefsle mücâdelesi çok olanıdır. Ruhsattan sakınan, azîmet ile amel edenlerin yoludur. (Azîmet), haramlardan ve mubâhların fazlasından sakınmak demektir. (Ruhsat) ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Tesavvufcuların çoğu (Simâ') ve (Raks) yapıyor. Yâni nağme ile okuyorlar ve dönüyorlar, oynuyorlar. Birçok şartlarla ve evirip çevirip, simâ' ve raksa ruhsat denilebilir. Bunların azîmetle hiç ilgisi yoktur. Hattâ yüksek sesle zikr etmek bile, olsa olsa, ruhsat olabilir. Birçok rehberler, iyi düşünceler ile, bulundukları yolda yenilik, değişiklik yapmıştır. Bunlara da, pek iyimseyerek, nihâyet ruhsat denilebilir. Hâlbuki, azîmet ile hareket eden büyükler, (Sünnet-i seniyye)den, yâni islâmiyetten kıl kadar ayrılmamıştır . Yollarına hiçbir yenilik, bid'at karıştırmamıştır. Bunların yolunda, nefse uymamak, nefs mücâdelesi tâmdır. O hâlde, yolları en iyi, en faydalı yoldur. Çabuk ulaştırıcıdır ve çok yükseklere ulaştırmaktadır. Fakat son zamanlarda, bu yolu da bozanlar oldu. O büyüklerin izinden ayrılanlar çoğaldı. Değişiklikler, bid'atler yapıldı. Simâ' ve raksa ve yüksek sesle zikre başladılar. Bunları, o büyüklerin niyyetlerini kavrıyamadıkları için yaptılar. Bid'atler karıştırmakla, zamana uymakla, bu yolu daha kıymetlendirdiklerini, olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar ile, bu yolu yıktıklarını, ellerinden kaçırdıklarını anlıyamadılar. Hakkı, doğruyu meydana çıkaran ve insanı hidâyet yoluna kavuşturan ancak Allahü teâlâdır.
İMAM-I RABBANİ AHMED FÂRÛKÎ MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ